Aşkın Gözü Kor Olmamalı
Eğer susturmasaydım, yüz değil belki bin tane daha kusurunu sayacaktı eşinin. Mübalağa yaptığımın farkındasınız, yüz, bin derken; ama bir hakikata da parmak basmıyor değil bu mübalağa. Hiddet, nefret, öfke hatta her kelimesinde kendini ele veren kin ile kendinden geçmiş konuşuyordu ki, benim yerimde kim olsaydı ‘yeter' der ve sustururdu muhatabını. Bir sabır imtihanı idi onu dinlemek zira. Makinalı tüfek gibi, nefes dahi almadan yapılan konuşma esnasında, araya sıkıştırılan lanet cümleleri de cabası.
Müthiş bir hafızası var eşin. 10 yıllık evlilik hayatlarında cereyan eden ve onları –tabii ki kendi açısından– bu raddeye getiren hadiselerin en küçük detaylarını dahi unutmaması dikkatimi çeken ilk özellik oldu. İnsan, bu kadar menfi maziye, bu kadar kötü hatıralara sahip olduğu hayat arkadaşı ile nasıl beraber olur diye düşündüm kendi kendime önce. Unutmanın Allah'ın ne kadar büyük bir nimeti olduğunu hatırladım tekrardan. İnanın bana böyle bir hafızaya malik olmadığım için şükrettim Rabbime yana yakıla.
Bana kalırsa insan, bu türlü hadiseler karşısında hafızasını, onları ezberleme, muhafaza etme değil unutma noktasında zorlamalıdır. Bütün semavi dinlerde ısrarla üzerinde durulan ‘affetme, bağışlama'yı kendine şiar edinmelidir. İster haklı, isterse haksız olsun affetsin muhatabını ne kaybeder ki insan? Haklı olan insaflı olur zaten. O bağışlar, unutur, geçer. Haksız olana gelince; asıl affetmesi, af için kendini zorlaması gereken odur.
Kaldı ki, affetmek, Allah'ın bir vasfı değil mi? O bizi affetmeseydi, işlediğimiz günahlar karşısında şu an nefes alıyor olabilir miydik acaba? Hele ahirette rahmet, merhamet ve affı ile bize muamelede bulunmazsa, cennete girebileceğimizi mi zannediyoruz amellerimizle? Hepsinden önemlisi “Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmak” bir Peygamber buyruğu değil mi bize, sallallahu aleyhi vesellem?
Hadisenin ikinci önemli, dikkat çeken yanı, söz konusu evliliğin aşk evliliği olmasıymış. Deli gibi aşık imişler birbirlerine bu çift. Ailelerini tehdit etmişler, “vermezseniz kaçarız biz, el-aleme rezil olan siz olursunuz, biz değil” demişler. Neden böyle bir sürece girmişler derseniz; çünkü her iki tarafın ailesi de makul bulmamışlar bu işi. Çocukluk hevesi aşk bile değil– demişler. Denk görmemişler, uygun bulmamışlar bu iki gencin bir yuva kurmasını. Halbuki hangi anne-baba vardır çocuğunun mutlu yuva kurmasını istemeyecek? Evladının sevdiği, aşık olduğu birisi ile aynı yastığa baş koymasına hayır diyecek? Ama hayat tecrübelerini konuşturmuşlar demek ki ve hayır demişler.
Bunu da duyunca, madem “neden” dedim muhatabıma. Verdiği cevap: “Aşkın gözü körmüş. Bu ve benzeri davranışları o zaman da yapıyordu; yapıyordu ama görmüyordum ben onları demek ki! Bakmak ile görmek arasındaki fark derler ya, işte benim durumum buna güzel bir örnek herhalde. Birlikte yaşıyorduk o flört ve nişanlılık dönemini. Dolayısıyla gözümün önünde cereyan ediyordu şimdi beni boşanmanın eşiğine getiren hadiseler; fakat görmüyordum. Dedim ya aşkın gözü!..”
Evlenecek gençlerin anne-babanın da görüşünü alması, alması gerektiği hususunu bir kenara koyarak şu aşkın gözü üzerinde durmak istiyorum. Bence, evlilikte hissiyat çok önemlidir. Eşlerin birbirlerine karşı besledikleri kalbi hisler, yuvanın huzur ve mutluluk ocağı haline gelmesi için vazgeçilmez ve yeri başka bir şeyle doldurulmaz bir şarttır. Eskiler, ‘evvelemirde' derlerdi bu türlü durumları ifade ederken. Evet, ‘evvelemirde', ‘olmazsa olmaz' bir şarttır hissiyat bir yuva için.
Fakat bu demek değildir ki, akıl, mantık, muhakeme hissiyata mağlup olsun. Hayır, olmamalı. Çünkü yuvada his kadar akıl, mantık ve muhakemeye de ihtiyaç var; hem kurulmasında, hem de devamında. Hele devamında, hele devamında. Beraberliğin uzamasına bağlı olarak eşlerin birbirlerine karşı olan hislerinin aşınması tabiidir. Bu durumda yuvayı ayakta tutan akıldır, mantıktır, muhakemedir.
Aşkın gözü kör olmamalı diyorum ben. Tamir ettirelim onu bir tamirciye gidip.
Ya da göz doktoruna götürüp tedavi ettirelim. Ameliyat gerekiyorsa, parasını sağdan soldan bulup mutlaka ameliyat ettirelim onu. Yurt içinde tedavisi mümkün değilse, Avrupa'ya, ABD'ye, ne bileyim uzaya, Mars'a, Venüs'e, Jüpiter'e götürelim aşkı, veya uzmanlar getirelim oradan memleketimize eğer varsa ve mümkünse.
Ya da sosyal bilimcilerin tartışma konusu yapalım. Kitaplar sipariş edelim; uzman kalemler düzeltsinler şu aşkın gözünü. Konferanslar, paneller, sempozyumlar düzenleyelim, şu kör göze neşter vurmak için. Yediden yetmişe toplayalım herkesi futbol stadyumlarına toplandığımız gibi. Gerekirse zor kullanalım, polis, jandarma gücünü devreye sokalım, hariçte bir tek kişinin bile kalmaması için ve dinleyin, öğrenin ve amel edin diyelim o stadyumlarına topladığımız insanlara.
Hukuka, siyasete müracat edelim isterseniz. Mecliste müzakere etsinler saatlerce, günlerce. Komisyonlar kurulsun, kanunlar çıksın, oylamalar yapılsın ve ilan edilsin aşkın kör gözü düzelmiştir diye.
Ve sonra tamircinin tamir, göz doktorunun ameliyat ettiği aşkın kör gözü sağlam olarak iade edilsin vatan sathında nefes alıp veren her kişiye. Ya da sosyal bilimcilerin yaptıkları konferanslarla çözüp, siyaset adamlarının kanunlaştırdığı bu sağlam gözlü aşkın özellikleri bir tamimle duyurulsun her vatan evladına. Evde, arabada, işyerinde her yerde bulundurmak, hatta okumak, ezberlemek mecburi olsun. Özellikle evlilik arefesinde olan gençler iyi okusun bunu. Okusun ki sadece kendi hayatlarını, çocuklarını, ailelerini değil, bütün toplumu ilgilendiren böylesi hayati bir konuda daha dikkatli ve temkinli davransınlar.
Bir ömür boyu aynı yastığa baş koyacak eşlerini seçerken kör gözle değil, sağlam gözle seçsinler. Hissiyatları, akıl ve mantıklarına galebe çalmasın.
Ahmet Kurucan