Rahmân ve Rahîm Allah'ın
adıyla
1- Mushaf-ı şeriflerde
iki türlü besmele vardır. Birisi sûre başlarında yazılan ve sûreden bağımsız
olan besmele, diğeri Neml Sûresinin (Neml, 27/30) âyetindeki besmeledir. Bu
besmelenin, Neml sûresinin bu âyetinin bir parçası olduğu açıkça bilinmektedir.
Bundan dolayı besmelenin Kur'ân âyeti olduğunda şüphe yoktur ve bu durum,
açık tevatür ile ve âlimlerin ittifakıyla kesin olarak bilinmektedir. Fakat
sûre başlarında yazılan ve her sûreyi birbirinden ayıran ve kırâetin başında
okunan besmeleye gelince: Bunun o sûrelerden birinden veya her birinden bir
âyet veya âyetin bir kısmı veyahut başlıbaşına Kur'ân'dan tam bir parça olup
olmadığı, Neml sûresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin
Kur'ân'dan olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan
tartışmalı bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kırâet
konularıyla ilgilidir.
Said b. Cübeyr Zührî,
Atâ ve İbnü Mübarek hazretleri besmelenin başında bulunduğu her sûreden birer
âyet olduğunu söylemişlerdir ki, Kur'ân'da yüz onüç âyet eder. İmam Şâfiî
hazretleri ve talebeleri bu görüş üzerindedirler. O halde Fâtiha'nın yedi
âyetinden birincisi besmeledir. Ve "en'amte aleyhim" bir âyet başı
değildir. Bunun için Şâfiîler namazda besmeleyi yüksek sesle okurlar. Çünkü
Şâfiîler diyorlar ki; selef (ilk dönem alimleri) bu besmeleleri Mushaflarda
yazmışlar, bunun yanında Kur'ân'ın âyet olmayan şeylerden tecrid etmesini
tavsiye etmişlerdir. Ve hatta Fâtiha'nın sonunda "âmîn" bile yazmamışlardır.
Eğer sûrelerin başındaki besmeleler Kur'ân olmasaydı onları da yazmazlardı.
Kısacası Mushaf'ın iki kapağı arasında Kur'ân'dan başka birşey bulunmadığında
İslâm alimlerinin ittifakı vardır. Ve bunu destekleyen özel hadisler de rivayet
edilmiştir. O hadislerden birisi İbn Abbas (r.a.)'dan: "Besmeleyi terk
eden Allah'ın kitabından yüz ondört âyet terketmiş olur." Ebu Hüreyre
(r.a.)'den: "Resulullah efendimiz 'Fâtihatü'l-Kitab (Fâtiha sûresi) yedi
âyettir, bunların başı "Bismillahirrahmanirrahim"dir buyurdu. Ümmü
Seleme (r.a.)'den: "Resulullah (s.a.v.) Fâtiha'yı okudu ve "Bismillahirrahmanirrahim
elhamdülillahi rabbil âlemîn"i bir âyet saydı. O halde Fâtiha'dan bir
âyet değilse, âyetin bir kısmıdır. Bundan dolayı namazda okunması farzdır
ve yüksek sesle okunur. İmam Şâfiî gibi Ahmed b. Hanbel hazretlerinden de
bu iki hadis arasında tereddütlü iki rivayet vardır.
Diğer taraftan İmam
Mâlik hazretleri Kur'ân'ın her yerinde dahi Kur'ân'dan olduğu açıkça ve tevatür
yoluyla belli olacağı, halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün
Kur'ân'dan olduğuna hükmedilemiyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine
dayanarak sûre başlarındaki besmelelerin ne Fâtiha ne de diğer sûrelerden,
ne de bütün Kur'ân'dan özel bir parça olmadığına ve Neml Sûresi'ndeki âyetten
başkasında besmelenin Kur'ân olmayıp sûreleri birbirinden ayırmak ve teberrük
(mübarek sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve bundan dolayı
namazda ne yüksek sesle ne de gizli okunması uygun olmaz demiştir. Bunun için
Mâlikîler namazda besmeleyi okumazlar.
Hanefîlere gelince,
bu mezhebin en sıhhatli görüşü şudur: Sûrelerin başındaki besmele başlı başına
bir âyet olarak Kur'ân'dandır. Ve sûrelerin hiç birinin bir parçası olmayarak
sûreleri birbirinden ayırmak ve sûre başında teberrük olunması için inmiştir.
Gerçekten yukarıda zikredilen karşıt iki değişik görüş ve delil içinde ortaya
çıkan kat'î olarak bilinen nokta budur. Madem ki, yukarıda açıklanan şartlar
gereğince mushafın her iki kabı arasında Kur'ân'dan başka birşey yazılmadığına
dair ittifak vardır; o halde sûre başlarındaki besmeleler de Kur'ân'dandır.
Şâfiî'nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası budur. Madem ki besmelenin,
başında bulunduğu sûrelerden bir parça olduğunu bildiren açık mütevatir bir
delil de yoktur, o halde hiç birinden bir parça da değildir. İşte Mâlikî delilinin
kesin iddiası da budur. Bundan dolayı iki delilin birbirine yakın bu noktalarının
birlikte ifade ettiği mânâ da; söylediğimiz gibi besmelenin bütün sûrelerden
ayrı başlıbaşına bir âyet olmasıdır ki, bu konuyla ilgili değişik "ahad
haber"lerden çıkan ortak hüküm de bu olur. O halde Fâtiha gibi, besmelenin
her namazda okunması vacip değildir. Fakat gerek namazda ve gerek namaz dışında
her Kur'ân okunuşunun ve her önemli işin başında okunması sünnettir. Bunun
için namazın her rekatında, kırâetin başında okuruz, ortasında okumayız. Ancak
Fâtiha'nın bir parçası olduğu anlaşılmasın diye kırâeti yüksek sesle okunan
namazlarda da onu gizli okuruz ve böyle okunmasında bütün hanefîler görüşbirliği
içindedirler. İşte böyle seçkin bir âyettir.
TAHLİL: Dış görünüşe
göre besmele dört kelimedir. Gerçekten ve itibari olarak yedi kelimedir. Çünkü
gerçekte nin " "si ile 'in tarif edatları da birer kelimedirler.
Hükmen de böyledir. Çünkü Arap dilinde tarif edatlarına hiçbir zaman başlı
başına bir kelime hükmü verilmemiş olduğu halde "bâ" hem kendisi
bir kelimedir, hem de hazf olunmuş (silinmiş) taalluk ettiği bir fiil ile
failini de bildiren üç kelime hükmündedir. Bundan dolayı ile den bileşik bir
kelimedir. Bunda kural gibi vasl hemzesi (kelimenin ortasında düşen elif)
ile yazılmaktı, fakat besmeleye özgü olarak bu hemze düşürülmüş olup söylendiği
gibi yazılır. Ve onun yerine "bi"nin başı uzatılır. Ta ilk asırlardan
beri besmelenin başını bir elif uzun yazmak bir hat kuralı olmuştur ki, bu
kural kûfî gibi sülüs ve nesih hatlarında da hat üstadlarının bildiği bir
husustur. Bunun nüktesi çok kullanılmasından dolayı hafifletmedir diyorlar.
Fakat bunda özellikle taalluk-ı visâl kuvvetini ifade etmek gibi manevi nükteler
de vardır. Bazı hadislerde rastlanan gibi imalar bundan açık olarak anlaşılıyor.
Bilindiği gibi, hakiki
her ilmin bir tek konusu vardır, Kur'ân'ın hikmet ilminin konusu ise Allah
ile kâinat ve özellikle insanlar ve insanların işleri arasındaki ilişki ve
bağlantıdır.
İşte bir ilahlık sıfatı
ve kulluk ilişkisi ile özetlenen ve önce Fâtiha'da, sonra bütün Kur'ân'da
tedrici olarak açıklanan bu ilişki tamamen besmeledeki nın mânâsıdır. daima
bir fiile veya fiile benzeyen bir kelimeye taalluk eden ve onu bir isme bağlayan
bir edat, bir cer edatıdır ki, asıl mânâsı yapıştırmaktır. Fakat bu yapıştırmanın;
karıştırma ve beraberlik, yardım dileme, pekiştirme için kullanma ve yemin
gibi birçok çeşitleri vardır ki, besmelede tefsirciler yalnız beraberlik veya
yardım dileme mânâlarından birini gösterirler. Bu bâ'nın bağlacı hazf olunmuştur
ki, o anda besmeleyle başlanacak olan fiil olacaktır. Başla, oku, başlıyorum,
okuyorum gibi.
:"İsim" aslında
sözlük anlamıyla bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet demektir.
Örfte tek başına anlaşılır bir mânâya delalet eden kelime diye tarif edilir
ki, o mânâya veya onun dışta veya zihinde gerçekleşen asıl şekline müsemmâ
denilir. Yaygın görüşe göre, ismin aslı "sümüv = yücelik" maddesidir.
"Vesm = damgalama"den olması da mümkündür. Fakat çoğulu "esma"
veya "esâmî" gelir ve bunlar tamamen dilimize mal olmuş kelimelerdir.
Sıfatlar da aslında ismin kısımlarındandır. Bunun için isimler özel isim veya
cins ismi veya umuma delalet eden isim diye kısımlara ayrıldığı gibi zat ismi
veya sıfat ismi diye de birbirinden ayrılır. Yüce Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sında
bu farkın önemi vardır. İsim, aslında "ad" ve "nam" ile
eşanlamlı olmakla beraber dilimizde biz bunları ince farklarla kullanırız.
"Ben bu işi falan kimse namına yapıyorum." yerinde "falancanın
adına veya ismine yapıyorum" diyemiyoruz. Aynı şekilde "insan bir
isimdir" deriz de "bir addır, bir namdır" demeyiz. Öyle zaman
olur ki "o adamın adı" yerine "o zatın ismi" demeyi tercih
ederiz.
: "Allah"
gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur'ân
bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle
tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir.
Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana
gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah"
yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce
Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki
düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi
imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi
üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün
bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip
süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır. Bunun
içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi
düzenleye düzenleye nihayet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik,
huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile
hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık,
yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim
mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya
ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve
kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlâk; nihayet
nedensellik oranında ve varlık mefhumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe
bulamayız. Varlık mânâsını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu
kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur.
Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık,
gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme
ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi
ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim
olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen
hiçbir ilim bulamayız. Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb
denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz
şey de işte bu yegâne ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından
varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız.
Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini,
üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalamalarımızın,
bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine
hükmederiz. Halbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir.
Bundan dolayı insan doğruyu inkar ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden
kurtulamaz. Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek
ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah"
onun ismidir. İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey
düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın.