AĞLAYAN ELMA İLE GÜLEN ELMA
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda bir padişah ve üç de oğlu varmış. Bunlar ülkelerinde mutlu bir hayat sürerlermiş.
Küçük oğlan bir gün köşkünde otururken, sokaktaki çeşmeden su almak
için bir kocakarının geldiğini görmüş. Oğlan ninenin testisine küçük
bir taş atmış ve testiyi kırmış. Nine bir şey söylemeden evine dönmüş.
Bir testi daha alıp gene çeşmeye gelmiş. Oğlan bu sefer de bir taş atıp
testiyi kırmış. Nine sessizce evine geri dönmüş.
Ertesi gün testi elinde gene çeşmeye gelmiş. Oğlan, ninenin geldiğini
yukarıdan görüp hemen eline bir taş daha almış. Uygun bir anda atıp
gene testiyi kırmış.
Nine başını kaldırmış:
-Hey oğul, bir şeycikler demem.. Dilerim Mevla’dan, ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olasın demiş, çekip gitmiş.
Oğlan da aradan birkaç gün geçince ninenin söylediğini kendine dert
etmeye başlamış. Gerçekten ağlayan elma ile gülen almaya aşık olmuş.
Günden güne sararıp solmaya başlamış.
Çok geçmeden padişah, oğlunun hastalandığını işitmiş. Hekimler bir
türlü derdini anlayamamışlar. Günlerden bir gün kente bir hekim gelmiş.
Bakması için saraya çağırmışlar. Hekim:
-Bunun hastalığı sevdadan başka bir şey değil demiş.
Oğlan da en sonunda ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olduğunu babasına söylemiş.
Babası çok üzülmüş:
-Şimdi ne yapalım, oğlum? Biz onu nerede buluruz demiş
Oğlan:
-Ben gider onu bulurum.. Yeter ki siz izin verin diye cevap vermiş.
Padişah;
-Oğlum, bu hal ile nereye gideceksin? Onun kim olduğunu, nerede
olduğunu bilmezsin. Vaz geç bu sevdadan. Dediyse de oğlan kanmamış.
-Mutlaka gidip bulacağım demiş.
Ağabeyleri de babalarına;
-Biz de onunla birlikte gideriz. Kardeşimizi yalnız bırakmaz, bu elmaları mutlaka buluruz demişler.
Bunlar yol hazırlığı yapmışlar. Üçü birlikte yola düşüp bilmedikleri ülkelere, kentlere doğru yürümeye başlamışlar.
Az gitmiş uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler... En sonunda bir çeşme başına gelmişler.
Çeşmenin taşının üzerinde bir yazı görmüşler.
Taşta şunlar yızılıymış:
“Karşıdaki üç yolun birine giden gelir,
birine giden ya gelir ya gelmez, öbürüne giden hiç gelmez”
Büyük oğlan;
-Giden gelir yola ben gideyim demiş.
Ortanca oğlan da;
-Giden ya gelir ya gelmez yola da ben gideyim demiş.
Giden gelmez yola gitme de küçük oğlana kalmış.
Büyük oğlan;
-Gittiğimiz yerden hangimiz önce gelirse, ötekilerin gelip gelmediğini nereden bilsin? demiş
Küçük oğlan ileri atılmış:
-Parmaklarımızdaki yüzükleri çıkarıp şu taşın altına koyalım. Kim önce
gelirse taşı kaldırsın yüzüğünü alsın. Sonra gelen de kimin dönüp
dönmediğini bilsin.
Böyle yapmışlar. Her biri istediği yola gitmiş.
Büyük oğlan “giden gelir” yoluna çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş; bilmediği bir ülkeye varmış. Orada, ‘Giren
çıkandan bir şeyler öğrenirim’ umuduyla bir hamama girmiş. Hamamda
tellak olarak çalışmaya başlamış.
Ortan oğlan “giden ya gelir ya gelmez” yoluna koyulmuş. Az gitmiş uz
gitmiş... Günlerden bir gün bir ülkeye varmış. Orada bir kahveye
girerek çalışmaya başlamış. Sonunda kahveci olup orada kalmış.
Küçük oğlan da “giden gelmez” yoluna düşmüş. O da az gitmiş, uz gitmiş.
Çok uzun yollarda yürümüş. Otura kalka, gide gide bir gün bir çeşme
başına gelmiş. Bakmış ki bir nine bu çeşmeden su dolduruyor. Oğlan
yanına gitmiş...
—Nineciğim, beni bu akşam evinde konuk eder misin demiş.
Nine de;
—Ah oğul, benim bir evim var... Yattığım zaman ayaklarım dışarı çıkar.
Ben kendim sığamıyorum, seni nerede konuk edeyim diye cevap vermiş.
Küçük oğlan yaşlı kadına bir avuç altın vermiş:
-Aman nine, ne olur bana yatacak bir yer bul deyince nine altınların hatırına;
-Gel oğul gel... Evim de var odam da.. Senden başka kimi konuk edeyim? Deyip, oğlanı evine götürmüş.
Evde biraz yemiş içmişler. Otururken oğlan sormuş:
-Aman nine, bir ağlayan elma ile gülen elma varmış... Nerededir onlar bilir misin?
Nine bunu duyar duymaz oğlana bir tokat vurmuş.
—Sus! Onların adını anmak yasaktır...
Bunun üzerine oğlan çıkarmış bir avuç altın daha vermiş. Nine sevinerek;
-Oğlum, yarın kalkarsın, şu karşıki dağa giderisin. Oraya bir çoban
gelir. O çoban, ağlayan elma ile gülen elmanın olduğu sarayın
çobanıdır. Onun gönlünün yapıp saraya girebilirsen elmaları orada
bulursun. Ama elmaları aldıktan sonra doğruca benim yanıma gelesin
demiş.
Oğlan da sabahleyin kalkmış. Kadının tarif ettiği dağa gitmiş. Bakmış
ki orada bir çoban koyun otlatıyor. Gidip çobana selam vermiş... Oturup
konuşmaya başlamışlar. Sonra oğlan ağlayan elma ile gülen elmayı çobana
söylemiş.
Çoban da tıpkı yaşlı kadının yaptığı gibi bu sözü işittiği anda oğlana
bir tokat vurmuş. Tokatı yiyen oğlanın aklı başından gitmiş.
—Aman çoban kardeş bana neden vurdun? Deyince çoban yeniden üstüne yürümüş.
—Sus daha konuşuyorsun, öyle mi? Diye bir tokat daha vurmuş.
—Onun lafı burada yasaktır, demiş.
Oğlan çobana yalvarmış yakarmış, bir avuç altın vermiş... Çoban altınları görünce yumuşamış.
Oğlana demiş ki:
-Ben şimdi bir koyun keserim. Onun derisini tulum çıkarırım. O tulumun
içine girersin. Akşamüzeri ben koyunları sürüp saraya giderken sen de
koyunların içinde saraya girersin. Çünkü saraya girerken koyunları
sayarlar. Sen de koyun gibi yürüyüp kendini bildirmeyerek sürüyle
birlikte içeri girersin. Geceleyin, herkes uyuyunca, en yukarı kata
çıkar sessizce sağ taraftaki odaya girersin. Padişahın kızı yatakta
yatar, elmaları da rafta durur. Onları, uyandırmadan alabilirsen
alırsın... Eğer kız uyanırsa bağırır... Seni yakalarlarsa iş fena olur.
Çoban bunları söyledikten sonra kalkmış bir koyun kesmiş. Koyunun tulum
gibi çıkardığı derisine oğlanı sokmuş. Koyunların içine katarak doğruca
saraya gitmiş. Nöbetçiler koyunları saraydan içeri girerken saymışlar.
Oğlan da sürüyle birlikte içeri girmiş.
Gece olmuş, herkes uyumuş. Saat dörde beşe gelirken oğlan tulumdan
çıkmış. Yavaş yavaş en yukarı kata gidip çobanın söylediği odayı
bulmuş. Açıp bakmış ki orta yerde bir yatak, içinde de ayın on dördü
gibi güzel bir kız yatıyor... Oğlan ona bakarken, raf üzerinde bulunan
elmaların biri kahkaha ile gülmeye diğeri de hüngür hüngür ağlamaya
başlamışlar. Bunları işiten oğlan hemen kapıyı kapadığı gibi kaçmış,
doğruca koyunların yanına gitmiş.
Elmaların gürültüsüne yatakta yatan kız uyanmış. Bakmış ki kimsecikler
yok. Odanın dışına çıkmış, öteye bakmış, beriye bakmış... Kimseyi
bulamayınca içeri girmiş:
-Sizi gidi yalancılar sizi... Beni aldattınız. Diyerek elmalara kızmış. Yeniden yatağa yatmış.
Aradan kısa bir süre geçince kız tekrar uyumuş. Oğlan da bir daha yukarı çıkmış.
Yavaş yavaş odanın kapısını açmış, içeri girmiş. Elmalara doğru bir iki
adım atmış. Bu sırada yeniden elmaların biri gülmeye, biri ağlamaya
başlamış. Oğlan korkusundan gene kaçmış. Kız uyanmış, bakmış ki
kimsecikler yok...
—Hay gidi edepsizler hay. İkidir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Gene bir şey yaparsanız sizi döverim, demiş ve yeniden yatmış.
Kız uyuyunca oğlan gene gelmiş, kapıyı açıp elmaların yanına yaklaşmış.
Elini uzatıp raftan alayım derken elmalar gene gülüp ağlamaya başlamış
ve oğlan gene korkup kaçmış. Kız uyanıp bakmış ki kimsecikler yok:
-Sizi gidi arsızlar sizi. Bu gece deli mi oldunuz? Üç keredir beni
uykudan uyandırıyorsunuz. Bu nasıl iş? Deyip, bir tokat birine, bir
tokat ta ötekine vurmuş. Sonra yeniden yatağına girip yatmış.
Aradan epeyce vakit geçmiş. Oğlan gene odaya girmiş ve rafa yaklaşmış.
Elmanın birini eline almış... Bakmış ki ses yok... Öbürünü de alıp
dışarı çıkarmış. Doğruca koyunların arasına gidip tulumun içine girmiş.
Meğer elmalar kıza, kendilerine kızdığı için darılmışlar, bu yüzden ses
çıkarmazlarmış.
Sabah olmuş... Çoban koyunları saraydan çıkarmış ve dağa doğru gitmiş.
Oğlan, saraydan uzaklaşınca kimsenin olmadığı bir yerde tulumdan çıkmış. Çobana bir avuç altın daha vermiş.
—Allaha ısmarladık, deyip doğru ninenin evine gelmiş. Nine oğlanı
görünce hemen bir leğenin içine biraz su koymuş. Bir tavuk keserek
kanını suya akıtmış. Suyun içine bir tahta koyup oğlanı tahtanın üstüne
oturtmuş.
Kız sabah olup da uykudan uyanınca, aşağı bakmış, yukarı bakmış ki rafta elmalar yok.
—Eyvah! Bu gece elmalarım çalındı. Onlar beni üç kere uyandırdılar ama
ben anlayamadım; meğerse hırsız gelmiş diye ağlamaya başlamış.
Padişah bunu duyunca sarayın kapılarını kapattırmış. Hatta şehrin
etrafındaki kalenin kapılarını da kapatarak gireni çıkanı sıkı sıkı
arattırmış.
Şehrin içini de aramışlar, bir türlü bulamamışlar. Falcılar fal
bakmışlar. Sonunda görmüşler ki elmaları alan kanlı bir denizde gemiyle
gidiyor.
—Padişahım, demişler;
-Bu adam çok uzaklara gitmiş. Bu kanlı deniz nerededir bilemeyiz...
Sonunda bu elmaları aramaktan vazgeçmişler artık. Kalenin kapıları
eskiden olduğu gibi açılmış. Oğlan nineye biraz daha altın verdikten
sonra
-Eyvallah deyip oradan çıkmış.
Geldiği yoldan dönmeye başlamış. Gide gide bir gün, ağabeyleriyle
ayrıldığı çeşme başına gelmiş. Yüzüklerini koydukları taşı kaldırıp
bakmış ki hiçbiri gelmemiş. Kendi yüzüğünü almış ve küçük ağabeyinin
gittiği yola gitmiş.
Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Bir gün bilmediği bir
ülkeye varmış. Yolunun üstündeki bir kahveye girmiş. Yorgunluk çıkarmak
için kahve çubuk içmiş. Bakmış ki ağabeyi orada kahvecilik ediyor.
Yaklaşmış yanına, ama kahveci olan ağabeyi onu tanımamış. Bir ara oğlan ağabeyini yanına çağırmış. Söz arasında:
-Sen nerelisin? Filan derken, ağabeyi anlamış ki kendisiyle konuşan
kardeşidir. Sonra birlikte kalkmışlar geri dönmek için yola
koyulmuşlar. Şurası burası derken gene o çeşmeye gelmişler. Taşı
kaldırıp bakmışlar ki, ağabeyleri gelmemiş. Ortanca oğlan da yüzüğünü
almış. Ağabeylerini aramak amacıyla onun gittiği yola gitmişler.
—Kardeşim, bunlar biraz bizde dursun, sonra gene sana veririz, demişler.
O da;
-Pekiyi deyip vermiş.
Sonra bu iki ağabey birbirlerine;
-Biz bunu öldürelim; şu elmaların biri sende biri bende kalsın demişler.
Yol üzerinde bir kahveye rast gelmişler. O kahvenin bahçesinde biraz
oturup yemek yiyelim demişler. Kahveciden bir hasır istemişler, kahveci
de hemen getirmiş.
Bahçede ağzı açık bir kuyu varmış. Hasırı o kuyunun üstüne yaymışlar.
Küçük oğlan kuyuyu görmemiş... Hasırın üstüne oturduğu gibi kendisini
kuyunun dibinde bulmuş. Ağabeyleri biraz oturmuşlar. Yemek yiyip
karınlarını doyurmuşlar. Kahve, tütün içmişler. Az sonra gene yola
düşüp ülkelerine doğru gitmişler.
Kuyuda su olmadığı için, aşağıya düşen oğlan ölmemiş, ama bayılıp kalmış. Ağabeyleri ülkelerine varmışlar.
Babaları küçük kardeşlerinin nerede olduğunu sormuş. Onlar da;
-Biz gittik, ağlayan elma ile gülen elmayı bulup getirdik. O, bir giden
gelmez yola gitmişti, bir daha gelmedi, demişler. Babaları da üzülmüş,
ağlamışsa da;
-Elbet gelir diyerek kendini avutmuş.
Onlar babalarının yanında oturmada olsun, biraz sonra, kuyuya düşen
oğlanın aklı başına gelmiş. Kuyunun içinde yukarıya doğru bağırmaya
başlamış.
O sırada kahveci bahçede gezerken bir de bakmış ki kuyudan bir ses
geliyor. En sonra kuyuya bir adam sarkıtmışlar ve oğlanı çıkarmışlar.
—Sen buraya nasıl düştün diye sorunca oğlan da başına gelenleri bir bir
anlatmış. Sonra kalkıp kendi ülkesine gitmiş. Ama babasının sarayına
gitmemiş. Başına bir işkembe geçirmiş ve keloğlan kılığına girerek bir
kalaycı dükkânına girmiş. Orada çırak olarak çalışmaya başlamış.
Gel zaman git zaman, herkes kendi hayatını yaşamaya devam etmiş... Ama
ağlayan elma ile gülen elmanın sahibi olan kız çok büyük üzüntü
içindeymiş. Kızın padişah babası bin taneli bir tespih yaptırmış ve
adamlarına vermiş.
—Bu tespihi alın, ülke ülke gezin. Kim başına geleni anlatarak bu
tespihi bitirinceye kadar çekebilirse bu elmaları o almıştır... Onu
tutup bana getirin, demiş.
Adamlar tespihi almışlar. Çeşitli ülkelere gitmişler. Gezmişler,
dolaşmışlar ama kimse o tespihi çekememiş. En sonunda bu elmaları çalan
oğlanın ülkesine gelmişler. Tam o kalaycının önünden geçerlerken, oğlan
ustasına;
-Usta, ben başıma gelenleri anlatırken bu tespihi çekerim, demiş.
Ustası adamlara haber vermiş. Onlar da tespihi getirmişler:
-Haydi bakalım, hem anlat hem de çek demişler.
Oğlan o zaman;
-Ben bunu çekerim ama buranın padişahının yanında çekerim demiş.
Oradan oğlanı alıp padişahın yanına getirmişler. Olan biteni padişaha anlatmışlar.
Oğlan oturmuş, başına gelenleri bir bir anlatmış. Bu arada tespihi
çekmeye de başlamış. Tam kardeşlerinin onu kuyuya attıklarını söylediği
sırada tespih bitmiş.
Padişah da bu oğlanın kendi küçük oğlu olduğunu anlayıp, hemen kalkmış onun boynuna sarılmış.
—Vah oğulcuğum, senin başına bunca işler gelmiş de benim haberim olmamış diyerek ağlamaya başlamış.
Adamlar oğlanı alıp öteki padişaha götürmek istemişler. Ama önce
elmaları alan iki büyük oğlanın cellât elinde cezaları verilmiş. Sonra
da küçük oğlanı elmalarla beraber öteki padişahın ülkesine
göndermişler.
Az gitmişler, uz gitmişler... Gide gide bir gün gene, elmaların
çalındığı ülkeye ulaşıp, bu oğlanı padişahın yanına götürmüşler.
Padişah oğlanı görür görmez ona kanı kaynamış. O tespihi bir de kendi
önünde çekmesini istemiş.
Oğlan gene tespihi alıp başına gelenleri baştan sona kadar anlatmış ve tespihi de çekmiş.
Padişah;
-Oğlum, sen bu elmaları âşık olduğun için çaldın.
Ama benim kızım da bunlara âşıktır. Gel, kızımı sana vereyim, ikiniz de bu elmalardan ayrılmayın demiş.
Oğlan da:
-Baş üstüne deyip padişahın söylediğini kabul etmiş.
Küçük oğlanla kız evlenmişler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
47008 kez okundu